Üzerinde yaşadığımız dünyanın geçmişi belli değildir. Hele hele iki bin yıl asla değildir. İnsanın şu dünya üzerindeki varlığı da iki bin yılla ifade edilemez. Dört bin yıl da insanın varlığı için az bir rakamdır. Hatta on bin yıl bile çok değildir. Bugün kullanılan hiçbir takvim dünyanın ve insanın tarihini izah edecek rakamlara sahip değildir. Mahlûkatın takvimi bile mahlûkattan daha yenidir.
Günlük hayatımızı tanzim ederken kullandığımız takvimin gösterdiği rakamlar, kendimiz için konmuş takvimlerin rakamlarıdır. Yazan da biziz, bakıp etkilenen de biziz. O takvimlerin yıllarına biz ad veriyoruz. Yaprakları bitince yeni takvim bulup masamıza koyan da biziz. Eski yıl/yeni yıl oluşturan da biziz. Filan olayın filan yıl dönümü derken ölçülerimiz o takvimlere göre belirlenmiş oluyor. ‘Yıllardır…’ diyerek başladığımız bir sistemin özünde, bize göre geçmiş yılların hesabı vardır. On yaşındaki insanı genç, altmış yaşındakini de ihtiyar görürken etkilendiğimiz takvim o takvimlerdir.
Atalarımızın kullandığı takvimleri yok saymamızın elbette bir anlamı olmaz. O takvimler masalarımızda durabilir. Düğün tarihimizi belirlemek için onları kullanabiliriz. Hatta hacca gideceklerin hac tarihini belirlemeleri mümkündür. Ne zaman kurban kesme vaktimizin geleceğini, ne zaman oruç tutacağımızı, bayramımızın ne zaman bizi bulacağını tespit etmekte de o takvimler bizim takvimlerimizdir. Bu takvimlerin adının da çok önemi yoktur. Adına hicret takvimi denmesi ile Müslüman takvimi denmesi bu açıdan sonucu değiştirmiyor. Takvimin isimlendirilmesi ‘miladî’ veya ‘hicrî’ olsa da sonuç aynıdır. Takvimin dijital olması veya klasik olması çok şey değiştirmiyor.
İşte dünyamız ve işte klasik takvimlerimiz. Olaylara mahkûm takvimlerle yaşıyoruz. Olanı biteni dizen takvimlerdir bunlar. Olacağa ve olması gerekene hükmeden takvim bu takvimler değildir.
Takvimlerin aslı Levh-i Mahfuz’dur. Olmuş şeylerin tamamı, olmamışların ve olmamışlar olsaydı nasıl ve nice olurdu sorusunun cevapları tam hakkı ile orada kayıtlıdır. Sıfır noktası orasıdır. Her şey o takvim ile başladı. O takvim ile de yürüyor. Dün cari olan o idi. Bugün ve yarın da o caridir. Merkez olarak orayı görmek gerçek rakamları bulmaktır. Oranın dışında hiçbir takvimin rakamları gerçek değildir. Gerçeğe yakın bile olamazlar.
Bugün ‘olay’ dediğimiz şeyler, bizim bu dünyada insan olarak nefes bile alamadığımız bir zamanda orada olay olarak kayıtlı bulunuyordu. Biz de, bizi etkileyen olaylar ve gelişmeler de oranın kayıtlarına göre gerçekleşiyor. Çevremizdeki olaylar, Asıl Takvim’e göre cereyan ederken bizim takvimlerimizin binli, iki binli yılları gösteriyor olması bir sorundur. Bu sorun da psikolojik bunalımlar yaşayan nesiller üretmiştir. Dünyanın dönüşü ile başı dönen mü’minlerin sayısının yoğunluk kazanması bu yüzdendir. Olayların ve gelişmelerin sırrını yakalayabilmek ve her şeye rağmen huzuru secdede bulabilmek önce hangi takvime göre yaşadığını bilmeye bağlıdır. Secdedeki huzur, secdeyi kurallaştıran takvime göre yaşamakla elde edilebilmektedir.
Ağaçları ve ağaçlardaki yaprakları bile kayıt altında tutan sistem bizim huzurumuzun teminatı olan sistemdir. O sistemin zihnen de olsa dışında kalmak, bocalama ile sonuçlanacak bir süreç getirecektir. Teslim olmak anlamına gelen Müslümanlık, bu anlayışı da ihtiva etmelidir. Aksi takdirde ne olup bitene bir anlam yükleyebileceğiz ne de geleceğe dair güçlü bir umut taşıyabileceğiz. Kendimizi bağladığımız takvim idraklerimiz, takvimlerde yazan ve eskiliklerini gösteren yıllara ait rakamlar kısır kalacaktır. Binli veya on binli rakamlar bizi rahatlatamaz. Milyonlu da olsa o rakamlarla huzur bulamayız, kalbimizi tatmin edemeyiz. Her rakam ve her gelişme, üzerimize çöken bir dağ olabilir. O kadar ki, kendi gölgemizi bile sorun edebiliriz.
Biz, ebedî hayata talip olduğumuzu iddia ederken sınırlı rakamlarla oluşmuş değerlere bağlanamayız. Ebedî hayat sınırsız ölçülerle bezenmiş bir hayattır. Ona talip olanlar, rakamları aşabilmelidir. Hayata bakan gözleri, beyinlerindeki ebedîlik beklentisine uygun takvimlerin rakamlarını okumalıdır.
Bu anlayışa sahip olanlar için Uhud, asırlar öncesinde kalmış olmaz. Bugünü Uhud olarak anlayabilirler. Yarını da Hayber olarak bilirler. Öyle bilirler ki, o bilgi ile tarihlerini de kendi elleri ile yazarlar da başkalarının tarihine esir bir hayat yaşamazlar.