1- Topraktan yaratılmış babamız Âdem’in çocuklarıyız. Adımızı; babamızı topraktan ve bizi de babamızdan yaratan Allah, ‘insan’ olarak koydu. Ne insanlık bizim seçimimizdi ne de insanlık serüvenimiz süresince maceramız. Yaratıldık, yaratılmışlar arasında insan olarak belirlendik. Yaşama mekânımızı dünya olarak belirleyen de bizi yaratan Allah Teâlâ’dır. Yaşama mekânımız olan dünyayı, bizim gibi onun mahlûku olan cinlerden hayvanlara kadar pek çok mahlûk ile ortak kullanmamızı da belirleyen yine odur.
İnsanız, mahlûkuz. Hâlıkımızın kuluyuz. Kulluk ise varlık nedenimizdir. Kulluk sınavı için yaratılmış bulunuyoruz.
2- Topraktan yaratılmış bulunan Âdem’in çocuklarının en temel ayrılma noktası, yaratılma maksadını bilip itiraf edenler ve cehalete verip inkâr edenler arasındaki farkı oluşturan noktadır. Buna kulluk şuurunda olanlar ve olmayanlar diye iki grup ismi verebiliriz. Bugün dünya üzerinde yaşayan milyarları, yaratılış gayesine uygun konumda bulunanlar ve bu konumun dışında kalanlar olarak iki bölümde ele alabiliriz.
Toprak asıllı insanlık noktasında buluştuğumuz bu milyarlarca insanla sadece topraklı ortak paydamızda bir sorun yoktur, olması da gerekmiyor. Ancak neden var edildiğimizi tahlil ederken varlık nedenini anlayamama düzeyindekilerle anlayabilenler arasında renk farkını da aşan bir tip farkı bulunması şarttır. Aksi takdirde bizden asırlar önce ölüp toprağın altına gidenleri de hâlâ aramızda kabul etmek gibi makul olmayan bir anlayışa esir düşeriz. ‘Topraktan’lıkta beraber olduklarımızın bir adım ötesinde varlık maksadını paylaşmadıklarımız bulunmaktadır. Bu bulunmayı sadece bir nüfus sayımı niteliğinde de göremeyiz. Toprağın mümbitliği veya çoraklığına benzer bir ayrım yapabileceğimiz kadar önemli ve etkin bir ayrıma mecburuz. Sadece topraktan olmada ortaklığımız bulunanlarla kat edebileceğimiz bir metrelik yol bile yoktur. Acıdır belki ama gerçek böyledir.
3- Bugün, çocuklarımıza imanın şartlarını öğretmeyi mü’minliğimizin gereği gördüğümüz gibi, camiler inşa etmeyi dinimizi direklendirmek olarak gördüğümüz gibi büyük bir hakikat de çocuklarımıza ümmet olduğumuzu bir iman gereği olarak öğretmemizdir. Camiler, ibadet mekânları olduğu kadar ümmet olma karakterimizi simgelemelidir. Toprak zemin üzerinde ümmet yapısını diktiğimiz zaman, zemin düzeyini aşamayanlarla farkımızı tescil etmiş oluruz. Ümmet karakterimiz her ne kadar imanın şartları arasında zikredilen maddelerden biri değil zannediliyorsa da imanın şartlarını kuşatacak iman bütünlüğünün ancak ümmet mantığı ile oluşacağı ortada bir gerçektir. Çıplak gözle izlenebilecek kadar bariz bir şekilde görüyoruz ki, ümmet olmadıkça bunun dışında kalan idraklerimiz bize imanın şartlarının hayatımızın içini dolduran ve bizi Rabbimize ‘Âdem’in mü’min çocukları’ olarak ulaştıracak enerjiyi sağlamayacağı anlaşılmaktadır.
4- Bugün mü’min olmamızın gereği olarak yaptığımız işler arasında mesela haccın doldurduğu yer sadece bir fert olarak bizden birinin haramdan kurtulup cennete girecek bir iş yapmış olması şeklinde anlaşılmamalıdır. Böyle bir anlayış, toprak düzeyinde kalanlarla aramızda bulunması gereken farkları ezebilir. Bizden biri haccederken bireysel sevap beklentisi kadar, bu ümmetin karakterlerinden biri olan Beytullah’ın etrafında tavaf ve diğer hac vazifeleri ile simgelenebilecek ümmet karakterini dolduran tuğlalardan biri olmak olmalıdır. Bunu zekât ibadetinde biraz daha açık izleyebiliriz. Sadece cehenneme girmeye karşı koruyucu olsun diye zekât vermeyi biraz daha ileri götürebilir ve bu ümmetin, ümmet mantığı ile hareket eden fertleri arasında dünya nimetlerini o nimetleri lütfeden Allah’ın rızası çizgisinde paylaşabilir ve kitle seviyesinden ümmet seviyesine yükselebiliriz, yükselmeliyiz de. Ümmet mantığını sadece Arafat vakfesine hapsedemeyiz. Ya da sel veya açlık bölgelerine yardım hissiyatı ile de daraltamayız. Ümmet olmamız daha büyük ve daha derin hislerimizi yansıtmalıdır.
5- Allah için can veren en baştaki şehitler, Hamzalar ve Sümeyyeler neticede ümmet oluşsun diye o noktada bulundular. Allah onlardan razı olsun. O günlerde bir avuç buğday bulup onu infak ederek Rablerinin rızasını kazananlardan, ellerindeki her şeyi vererek Kur’an’ın zikrettiği şanlı övgülerin sahibi olanlar da bugün var olan ümmet ruhunu oluşturan fedakârlıklar yaptılar. Onların o fedakârlıkları irili ufaklı idi ama bugünkü ezanlar olarak hâlâ yankılanmaktadır.
Günümüzde iman denen şey, aynısıyla durmaktadır. Bugün farklı bir imandan söz etmiyoruz. Cennet de aynıdır, cehennem de. Sabır da aynıdır infak da. Hayır da aynıdır şer de. Oruç da aynıdır namaz da. Zira insan aynı insandır. Aynı iman ve aynı kitapla, aynı Peygamber aleyhisselamın rehberliği ile Allah’a yürüyoruz. Bu hususta bir alternatifimiz de yoktur, olması mümkün değildir.
Bugün bu ümmetten olanlar, ümmete katılmanın ortak nimetinden yararlanmayı bekliyorlarsa yani bu ümmetin peygamberinin sancağı altında bulunmak, onun şefaatini görmek gibi emelleri varsa ki, biz buna mümin olarak yaşayıp mümin olarak ölmek ve öyle dirilmek de diyebiliriz, böyle bir beklentisi olanlar bu ümmet için fedakârlık yapmaya mecburdurlar.
Dinimizi düşündüğümüz mantıkla ümmetimizi düşüneceğiz. Kâbe bizim için ne demekse ümmet de o demektir. Hac onun içindir, zekât onun içindir.
Ümmetten biri isek ümmet için varız diyebilmeliyiz. Çilesine katlanırken, uğrunda fedakârlık yaparken ufkumuzun ışığını ümmetimiz sağlamalıdır. Ümmetimiz için verebilecek çok şeyimiz olmalıdır. İlk nesil, bu ümmetin nebisi için anne babalarını vermeye hazır oldular. En azından bizim verebileceğimiz şey, şu anne babalarımızla olan biyolojik bağımız nedeniyle üzerimizde kimlik durumuna gelen ve Rabbimizin sadece daha iyi tanışalım diye bizi yarattığı afakî vasıflarımız olmalıdır. Bu ümmet için değer bu fedakârlığa.