Kuluz ve kulluğumuz insanî kimliğimiz üzerine bina edilmiştir. İnsan olduğumuz için kulluk sınavına tabi tutulduğumuz gibi ‘insan olarak hangimizin daha güzelini yapacağı belli olsun diye’ meydana çıkarıldık. Asla meleklerle ortak değerlendirileceğimiz bir imtihanımız yoktur. Cinlerle de ortak bir alan kullanmıyoruz. Bizden aşağı yaratılmış olan hayvanlar da bizim kulluk sınavımızın ortakları değildir.
Biz sadece bize mahsus, insan kimliği üzerine kurulu bir sınav üzerinde bulunuyoruz. Beyin, göz, kulak ve mide gibi organlarla ayakta duran, rükû ve secde yapabilmesi için kaslara ihtiyacı olan, kasları ancak alacağı gıdalarla güçlenebilen bir mahlûkuz.
Bir dilim ekmeğin bir secdeye, bir bardak suyun bir tesbihe, ciğerlerdeki bir nefeslik sıhhatin bir kıyama karşılık geleceği denklemi üzerindeyiz.
Ekmek ve su kadar ikinci insanlarla beraber olmaya da mahkûmuz. Yalnızlık da bir açlıktır bizim için. Gözümüz insan görmeli, kulağımız ses duymalı ki dünyada yaşadığımızı hissedelim. Cami kadar eve de muhtacız. Camilerde cenneti ararız ama evlerimizden camilere yürürüz. Dudaklarımız ağlama sesi ile gülme sesini aynı anda çıkarabilecek yapıda yaratılmıştır.
Bu bizim tercihimiz değil. En güzeli yaratan, dilediğine dilediği şekli veren Rabbimizin dilemesiyle olmuştur bu yapımız. Geceyi ve gündüzü, sıcağı ve soğuğu, güzeli ve çirkini yaratmayı dilediği gibi ağlayan ve gülen insanı da yaratmayı o dilemiştir. Hikmetini kulları bilsin ya da bilmesin en güzeli, en uygunu yaratmıştır O. O’nun yaratması yanında daha güzel bir alternatifin bulunması mümkün değildir.
Çıplak gözle bakıldığında sefih görülen ihtiyaçlarla, gözle bile görülmeyecek kadar ulvî gayeler arasındaki insanın, yaratılış maksadını gerçekleştirmesi ancak iyi bir denge siyaseti ile mümkündür. Cennetle dünya arasında hakiki değerine uygun bir denge, dünya nimetlerini kulluk için kullanmakla o nimetlerin esiri olarak yaşamak arasında bir denge kulluğu kavrayarak yaşamanın adıdır.
Tepilmiş bir dünyadan cennete geçmek kâğıda yazılabilir, konuşurken konuşulabilir ama yaşarken uygulanmaz. Esiri olunmamış bir dünya, ayakta kalabilmek için tüketilmiş gıda, barınmak, iffeti muhafaza etmek için sahiplenilmiş ev, maişet için yürütülen ticaret, insanî ilişkiler üzerine sürdürülen akrabalık, dostluk ve arkadaşlık gibi bağlantılarımız da cennet içindir. Tıpkı cennet için dünyada bulunduğumuz gibi…
‘En güzel kıvamda’ yaratılmışlığımızla ‘esfeli safilin’ tehdidine muhatap olmamız arasında da böyle bir idrak vardır. En alttaki ile en üstteki seviye arasında gelgitlerimiz tabiidir.
Gayede sapma olmasın; Allah için yaşamayı bilelim.
Evlerimizi mabetleştirmeyelim; dünyevi ihtiyaçlarımız için ve gerektiği kadarı ile onlarla ilgilenelim.
Ticaretimiz, işimiz sürsün; asıl maksat olan Allah’ı zikre, kulluk mücadelemize mani olmasın.
Dostluklarımız, ilişkilerimiz sürsün; insanları dinimizden, davamızdan değerli tutmayalım.
Çoluk çocuğumuzla ilgilenelim, onlar için yatırımlar yapalım; çocuklarımız Allah’tan ve O’nun dininden daha cazip olmasın.
Herkes yesin içsin; yediğimiz içtiğimiz yüzünden bedenimizi eskitmeyelim.
Şehvetlerimizi köreltmeyelim; disiplinli, helallerle yetinen sınırlarımız olsun.
Gülelim; ağlamamıza sebep olacak kahkahalarımız olmasın.
Dünya bizim olsun, tümünü alalım ama kalbimize değil, kasalarımıza, ambarlarımıza girsin dünya.
O zaman cennet de bizim olur.