İnsanda dine meyletme arzusu fıtridir. Tabii seyrinde süren bir hayat yaşayan insan bir zaman gecikmiş olsa bile sonunda dine meyleder. Dinden hem dünya huzuru hem ahiret teminatı beklentisi, insanın en yaygın beklentilerindendir. Bu nedenle de din algısı içinde bulunan bütün toplumlarda o dini, toplum üzerinde uygulayan bir kitle hep buluna gelmiştir. Bu kitleye ‘din adamları‘ dendiğini görüyoruz.
İslam‘ı din olarak yaşayanlar açısından aslında bir ‘din adamlığı‘ unvanı yoktur. Zira din adamlığı, din üzerinden geçinmeyi, meslek olarak dine ait tatbikatı icra etmeyi andırmaktadır. Bu zaviyeden bakıldığında ne bir kitlenin din üzerinden maişet temin etmesi İslam açısından mümkündür ne de Müslümanların dinlerini din adamı denen bir kitleye devretmeleri mümkündür. Her Müslüman, dininin adamıdır. Dininin hangi hizmete ihtiyacı varsa Müslüman, o hizmete ilk talip olandır. Bir kazada savcının gelmesi beklendiği gibi din adına yapılacak bir iş için din adamı beklenmesi İslam toplumlarının alışık olmadığı bir tutumdur. İşi ehline bırakma, makama hürmet etme gibi özel nedenlerle ulemadan birinin veya başka bir resmî makamı temsil eden şahsiyetin öne geçirilmesi ise bir tür nezaket ve saygı gereği olarak yapılmaktadır.
Müslüman toplumların, cahillik ne denli yaygın olursa olsun, ibadet ciddiyeti ne kadar soğuk olursa olsun din hizmetine tahsis edilmiş makamlara saygısı hiçbir zaman sıfırlanmamıştır. Şimdi din adamı olarak anılan ama orijinal adlandırması ‘âlim, müfti, müderris, hoca‘ gibi unvanlar olan makamların sahipleri her zaman önde tutulmuş, adeta bir bereket kaynağı olarak görülmüşlerdir. İnsanlar, peşlerinden gitmeyi kabullenmeseler bile dine hizmet makamlarının sahiplerine izzeti ikramda bulunmayı, saygı ile anmayı sürdürmüşlerdir. Yoğun olmayan istisnalar elbette çıkmıştır ama genel olarak bakıldığında en azından namaz kıldırmaya tahsis edilmiş meslek erbabı yani camilerde namaz kıldırıp ücret alan görevliler, namaz kılmayanlardan bile saygı görmüşlerdir. Müslüman toplumlar onları hatasız görmek istemiş, kendilerinin irtikâp ettikleri yanlışları, onların işlemesini kabullenememişlerdir. Hatta onların ailelerine, çocuklarına bakışlarında bile farklılık vardır. Hoca çocuğu olan birinin emsalleri ile oynadığı oyun bile insanların gözünde farklı görülmüştür.
Dine hizmet eden insanlara karşı bu hassas bakış, toplumun onları önde ve saygın görmesi bu görevi icra edenler açısından bir suiistimal ihtimalini maalesef hep gündemde tutmuştur. Bulunduğu mevkinin hakkını vermek veya vermemek konusunda bir endişe taşımayanların varlığı tarih boyunca gözlemlenmiş bir gerçektir. Bu, zaten bahane arayanlara dinî görevlerini ihmale sebep olmuş veya onların bu tutumu dinin intişarını, ilmin güçlenmesini geciktirmiştir. İşin en dikkat çekeni de bu tutum sahiplerinin yaygın olmamalarına rağmen yaygın olanlardan daha müessir olabilmeleridir.
Sarık ve cübbe
İslam açısından kılık kıyafetin, dış görüntünün cevheri oluşturacak tarzda önemli olmadığı bilinen en önemli hakikatlerden biridir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin meşhur hadisi şerifi bu konuda son hüküm durumundadır:
‘Allah, sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz. Ama kalplerinize ve amellerinize bakar.‘ (Müslim, Birr, 10/6543)
Dine hizmete tahsis edilmiş makamlardan birini kullananların üzerlerindeki dini sembolize eden kıyafetler, onların ilimlerini, karakterlerini tezkiye etmez. Başa sarılan sarık, bedene giydirilen cübbe ne ilimdir ne karakterdir. Sarığın ve cübbenin ya da tesbih ve yüzüğün temsil gücü sınırlıdır. Bu sınır bir de insanlar olarak bize göredir. Allah Teâlâ nezdinde ise hiçbir temsil gücü yoktur. Sadece ihlas ve Sünnet‘e ittiba gibi bir bağlantı ile bağlı olduğunda ecir kaynağı olur. Gerek insanlar arasındaki fark ölçümü ve gerekse kişinin Rabbine yakınlıktaki ölçüsü tek kelimeyle takvadır.