Mü’minlerin kardeşliği, iman mücadelesi, imanı üstün tutma, hatalarla mücadele üzerine prensiplerimiz şunlardır:
1- Allah’a imanın ve kişiyi cehennemden kurtaran temel esasların ne olduğu konusunda bütün mü’minlerin ittifak ettiği temel hususlarda aykırı davranan elbette iman dairesinden dışarı çıkar. Ancak makul olabilecek bir özürle cehaletten ötürü mazur görülürse bu istisna sayılır.
2- Kişinin iman ettiğini söylemesi ve tevil götürmez bir şekilde imanına aykırı iş/söz sahibi olmaması hâlinde kimse kimsenin kalbini yararak hüküm verme hakkına sahip değildir. Kullar ancak zahire göre hüküm verebilirler. Kalplere hükmetmek Allah Teâlâ’nın elindedir.
3- Hiç kimse daha fazla insanı küfre düşürmüş olmakla iftihar edemez. Bir kişiyi daha iman dairesine alabilmek iftihar edilecek metottur. Kusur arayan, kusur bulunca da şükürler eden anlayış sahabe anlayışı değildir. Aksine gördüğü bir kusur için uykusuz kalan mü’min, dinini dert etmiş mü’mindir. Sonra da o kusuru düzeltmek için en yumuşak ve nazik metotları kullanarak vazifesini yapar. Mü’min tavrı budur ve mü’min, bulduğu hata sayısı kadar puan toplayacak bir şovmenlik yapmaz. Zira bilir ki bir hatanın üzerine giderken yapılan hatalar da o hatanın bir tür reklamına dönüşmektedir.
4- En ağır hataları irtikâp eden en günahkâr mü’min, yeryüzündeki en iyi kâfirden daha iyidir Allah katında. Bu idraki bütün söz ve tavırlarında göstermek zorundadır mü’min.
5- Hatasızlık diye bir iddia İslam itikadına sığmaz. Bütün Âdemoğulları hatakârdır. En hayırlıları da tevbe kapısına koşanlardır. Hatasız insan değil, hatasında ısrar etmeyen insan aramalıyız. Bu anlayışımızın en önemli ayrıntılarından biri de peygamberlerden başka kimsenin masum olmadığı ilkemiz olmalıdır. Ne kemal ne de ismet kimse için yoktur.
6- Ümmetin bir hususta icma etmesi ile ulemadan birinin veya bir bölümünün bir hususta fikir beyan etmesi asla aynı şeyler değildir. İcma ile ittifakı bile aynı tutamayız. Meleklere iman etmekle sözgelimi kelam kitaplarındaki fikirlerden birini aynı görmek ne kadar ağır bir yanılgı olur. Bir konuda nas varsa bütün mü’minlerin susup ona teslim olması esastır. Eğer nas yoksa icma ararız. İcma bulursak aynı şekilde teslim oluruz. İcma yoksa içtihatlar sıraya girer. İçtihatlarda ise herkes haddini bilir; içtihat yapamayacak durumdaysa içtihat eden bir müçtehidin izinden gider. Allah’a kulluğunda da bu onun için önemli bir işaret olur. Ancak Allah’a iman eder gibi bir müçtehide iman etmek yoktur, olamaz da. Zira müçtehidin içtihadı bir iman olarak görülecekse o zaman, onun kendinden önceki müçtehidin içtihadını aşması, onun için imandan sapması olarak anlaşılması gerekir ki bu batıl bir telakkidir. Doğru olan ise şudur: Nasları anlayıp tatbik edebilecek düzeyde olanların seviyesinde bulunmayanlar, nasları anlayanların izinden giderler. Bu, bilmeyenlerin bilenlerden öğrenerek yol almasıdır. İslam böyle öğrenilmiş, böyle yaşanmıştır. Bu, ashap nesli için de böyle olmuştur. Ama öğretmen durumunda olanlar hiçbir şekilde son merci olarak görülmemişlerdir. Yoksa içtihadın, dini anlamak için çalışmanın teşvik edilmesine bir anlam vermek mümkün olmayacaktır.
7- Kadı ile müfti arasında en bariz fark, birinin hüküm verip hükmünü infaz etmeye yetkili, diğerinin ise yol göstermeye, irşat etmeye yetkili olmasıdır. Kadı durumunda olmayanların, Müslümanlar üzerinde kadı gibi kararlar verip kimin küfre girdiğine ve kimin de hak üzere sabit kaldığına karar vermeleri kesinlikle yanlıştır. Allah’a davetle mükellef olanlar, davet sınırlarını zorlamamalıdırlar. Allah’a davet edenler doğru bildiklerini anlatmalı ama yanlışı teşhir gibi bir sistemle yol almamalıdırlar.
8- Müslümanlar birbirlerini ehl-i sünnet üzere olmak veya olmamakla itham ederken “Ben ehl-i sünnetim”, ” Ehl-i sünnet benim gibidir” türünden beyanlarda bulunmak, kıyamete kadar bütün ümmeti kuşatacak büyük kavramları daraltmaya ve kişiselleştirmeye sebep olmaktır ki bu bir hatadır, hizmet değildir. Eğer meseleler ehl-i sünnet kurallarına göre ele alınacaksa yüzlerce beyanı bulunan bir mü’minin bir beyanını alıp hem de yorumlayarak onun dışarıda kaldığı hükmü nasıl çıkartılabilir? Hangi ehl-i sünnet kaynağı esas alınarak delil oluşturulabilir? Ümmetimizin böyle bir lükse tahammülü olmayacak kadar çetin bir zaman geçirdiğine dikkat etmeliyiz.
9- Allah’ın dinini değiştirilebilir, oynanabilir kurallar bütünü olarak görmek ciddi bir sapıklıktır. İnsanların gönülleri hoş olsun diye naslarla oynamak bir sapıklıktır. Ancak insanları alternatif içtihatlarının bulunduğu içtihatlardan ötürü cehenneme sürüklemek de yanlıştır. O da bir aşırılıktır. Hepimiz Allah’ın kapısının kullarıyız. O kapıya bir kişi daha gelsin diye didinmeliyiz. Sarhoşundan Mecusi’sine kadar herkese açık tuttuğumuz o kapıyı bizim gibi düşünmediğini vehmettiklerimize kapatmayı düşünmek bile çılgınlıktır.
Müslümanlar laiklik tehlikesi, Siyonizm ablukası bitti mi de içteki ‘temizlik’ harekâtına yöneldiler?
Doğru görsek de görmesek de tasavvuf erbabı ile de selefî anlayıştakiyle de kardeşiz. Yüreğimizde, siyasete kendini adayanlara da medresesine kilitlenene de yer açmalıyız. Kebair günahlara batmış bir mü’min de kardeşimizdir, beytullahın etrafında tavaf eden hacımız da. Birilerini atma hakkını kendimizde görebiliyor olmamız bir ucub hastalığıdır. Kendini garantili bilmek hatadır. Cehenneme sevkiyat uzmanı olmak yerine bir kardeş daha kazanmayı gaye edinmedikçe ‘Allah için’ ne yapmış olabiliriz ki?
Şeytanı güldürmenin ne gereği var!