İçinde yaşadığımız dünyamızda her şey yerli yerinde ve hikmet üzeredir. Dünyayı kullanan insan da bedeniyle, aklıyla hikmetin ta kendisi denecek bir güzellikte yaratılmıştır. Dünyayı ve insanı kulluk çizgisinde tutmak için Allah’ın gönderdiği dini de olduğu gibi hikmettir. Dinin özü olan Kur’an’ımız zaten hikmetin kaynağıdır.
Müslüman’ı Müslüman yapan İslam, başta dünya ve ahiret olmak üzere her şeyi dengelemektedir. Gece ile gündüz coğrafyada bir parça olarak nasıl ahenkli ise Müslüman’ı Müslüman yapan İslam, onun geceyi ve gündüzü her ikisi için en doğru olan şekliyle dengelemektedir. Bu şu anlama gelir: Gece ve gündüz birbirlerini tamamlayacak bir ahenk içindedirler. İslam da o ahenge göre bir kulluk emretmiştir. Geceninki gündüze kaydırıldığında veya aksi yapıldığında dengesizlik çıkar ortaya. Bu da kullukta eksikliktir. Buradaki azamet, ahenge uyumlu bir sistem olmuş olmasıdır.
Namazda bu ahengi görebiliriz. Sabah namazının vakti ve şekli ile ikindi namazının vakti ve şekli arasında vardır bu. Hikmetini gerektiği gibi idrak edemiyor olsak da hakikat budur. Yılın her gününe tesadüf edecek şekilde tutulan Ramazan orucunda, bütün dünya mü’minlerini aynı standartlarda bir araya getiren hac ibadetinde de görülebilir bu.
Dinimizin hangi bölümü alınırsa alınsın o bölümde dışarıdan izleyenin de onu yaşayanın da görebileceği bir ahenk ve denge muhakkak vardır.
Dinimiz her şeyi bir denge üzerine oturtmuş iken, dini öğrenmede dengesizlik kabul edilemez. Sadece namaz kılmak İslam olmayacağı gibi sadece namazla sınırlandırılmış bir ilim de İslam’ın öğretildiği ilim değildir. Namaz ve namazla bağlantılı konular dinin sadece bir bölümüdür. Evet, namazın dindeki ağırlığı ilim olarak öğrenildiğinde de ilmin içinde bir ağırlık olarak yansır ama hiçbir şekilde sadece namaz etrafında dönen ilim bir bütünü temsil etmez. İslam bütün hayatı kuşatıyor ve kuşattığını da dengede tutuyor. Ona dair ilimlerde de denge olmalıdır.
Kavramlarımızın bizdeki derin hissiyatı, ilim tahsilinde dengesizliğe sevk ettiğinde fırsat kaçırmış duruma düşeriz. Sadece Arapça üzerinden bir örnekleme yapabiliriz. Arapça bizim için asla ‘yabancı dil’ değildir. Arapça dinimizin dilidir. Onu öğrenmeyi bir dil öğrenmenin ötesinde görmek zorundayız. Arapça için verilen emeği bir cihat olarak kabul etmemizde hiçbir sakınca yoktur. Arapça için harcanan emek ibadettir. Zira Arapça ilimdir, ilim de ibadettir. Buna rağmen, bir dil uzmanlaşması olarak planlanmayan ya da kabiliyeti dil üzerine olmayan biri için yapılan bir planlamada onlarca yılın Arapça kitapları üzerinde harcanması dengesizliktir. Şu kadar sene Arapça öğrenmek neticede ne sağlıyor? Bu sorunun cevabı eğer ‘dinimizin şu meselesini bütün ayrıntıları ile öğrenmeyi sağlıyor’ değilse planlama hatası var demektir. Nihayetinde Arapça bir alettir. Evet, Kur’an dilidir Arapça ama yine de alettir; Kur’an aletidir. Kur’an değildir. Maksat Arap dilinin kendisi değildir. O dil ile ulaşılacak olan Kur’an’ımızdır.
Arapça da diğer din ilimleri de bu hassasiyet üzerinden öğretilmeli ve öğrenilmelidir. Program dolmuş olsun diye medrese işletemeyiz. Yıllar sonra ‘çok okumuş/icazetli’ kadrolar gayemiz olamaz. Ümmetimizin umudu ve beklentisi olan önderlerin yetiştirilmesine ilim demeliyiz. Evlerimizdeki okumalarımızda da bu hassasiyet gözetilmelidir. İhtiyacımız olan bilgi, pratik olarak en acil ihtiyaç hissettiğimiz bilgi, aradığımız bilgi olmalıdır. Kitap yüklenmek ile kitaptan öğrenip amel etmek farklı şeylerdir.
Herkese aynı bilgiyi vermek eğitim olmaktan çok iş yapmış olmak olabilir. Kim neyi ne kadar öğrenecek, kim öğrendiği ile neticede ne yapabilecek? Bu da öğrenilmesi gereken bir ilimdir. Tefsirde, fıkıhta, hadiste, akide ilminde böyle olmalıdır bu. İlimde de bir denge ve ahenk arayışımız ciddiyetimizin göstergesi olacaktır.