İşimiz, ‘en güzelini kimin yapacağını’ göstermektir. En güzelini kimin yapacağını göstermek için yarışıyoruz. İlk babadan son çocuğa kadar herkes için aynı hedef, aynı yarış pistinde sürüyor. Kazananların ve kaybedenlerin akıbeti yabancımız değil; kitabımız Kur’an, cennet ve cehennem sahneleri ile doludur. Kazananlar ve kaybedenlerin sayılamayacak kadar çok örneği vardır.
Bize işveren aynı, verdiği iş de aynıdır.
İman edin, dedi. İtaat edin, dedi. Sabredin, kanmayın, yılmayın, dedi. Faniyi tercih etmeyin, ebedî olanın peşinden koşun, dedi. Secde edin, rükû edin, dedi. İsyan etmeyin, zayi olmayın, dedi. Helal yiyin, haramdan kaçın, dedi. İyilik yapın, hoş olun, dedi. İsraf etmeyin, kıymet bilin, dedi. Şükredin, nankör olmayın, dedi.
İşimizi veren hep aynıdır, verdiği iş de aynıdır. Kazananlar da bellidir kaybedenler de.
İşçiler hiçbir zaman iş şartlarını belirleyemediler. İş şartlarını hep işveren belirledi. Kazanmak isteyen o şartlara uydu. Uymayanlar da işi kaybettiler. Her doğan gün, o günün iş şartlarını doğurdu. O gün işe kim girdi ise o şartlara göre kazandı veya kaybetti. Kiminin işi bir gün sürdü kazandı gitti ya da helak oldu, gitti. Kiminin işi asırlar sürdü, dokuz asırdan çok işi süren oldu. Ama herkes kendisi için belirlenen iş şartlarına uyarak kazandı ya da aksi oldu. İşverenimiz kimseye iş alternatifi sunmadı. Ya bu ya da bu olabilir gibi bir alternatif yok onda, ‘İşte bu senin işin!’ dedi sadece. ‘En güzelini yapmak isteyenler’ o işe talip oldular.
İş oldu, evde halledildi. İş oldu, sokakta görüldü. İş oldu, ticarethanede bitirildi. İş oldu, meydanlara çıkıldı onun için. Ne evdeki kolaydı ne de meydandaki evdekinden kolaydı. Zorluk ya da kolaylık yerden zamandan çok kafalarda oluştu. İşi evde olanlar mescitlerde iş görenleri kolay kazanıyor zannettiler. Bugün gelenler, dün Uhud’dakilerin işini kolay gördüler. Köylüler şehirlilerin işine imrendi, şehirliler de köylülerin işine imrendi. Hâlbuki işveren, tam bir adalet oluşturmuştu. Kimsenin işi kimseninkinden ne kolay ne de zordu. Herkese tam bir adaletle iş dağıtılmıştı. Herkesin işinin karşılığı cennetti. Kime ne iş takdir edilmiş ise o, o işin karşılığında cennet alabilecekti. Bu da o işin başka bir işten daha küçük olmadığını gösteriyordu.
Annelik işine tayin edilenler, Uhud işine tayin edilenlerle aynı akıbete yani cennete hak kazanacak bir iş üzere idiler. Kim işini iyi yaparsa o, cennete kabul edilecek; biri doğurarak diğeri ölüp giderek kazanacak.
İşi, işveren belirledikten sonra her ne iş varsa o, ‘en iyiyi, en güzeli’ yapmaktır. Özü yemek içmek, keyiflenmek bile olsa, işverene itaat devam ettiği sürece yatakta yatarken Medine sokaklarında ecir devşirenlerin ecirleri gibi ecir kazanmak da vardır. İtaat ve uyum varsa yatak kazanmaya mani değil. Tat almak, lezzet bulmak ecir bulmaya mani değil. Medine Mescidi’ne getirilen hurma dolu çuvallara ‘sadaka’ adını veren makam, eşine tebessüm edip onu neşelendirenin yaptığına da ‘sadaka’ adını verdi.
Yeter ki işçi, işini bilsin, iş kurallarına bağlı kalsın.
Zaman önemli değil, mekân önemli değil.
Her yer Medine, her zaman hicret zamanı. İş aynı, işçilik aynı olduktan sonra herkes Musab, herkes Halid.
Çağ, uzay çağı olmuş, dünya modern olmuş, iletişim teknolojik olmuş, doğumlar hastanelerde olmuş; iş aynı, şartlar aynı…
Cennet aynı cennet, cehennem aynı cehennem.
Yine istenen kulluk, yine tek silah sabır!
İşi kim istiyor, kim yapacak? Cevap bekleyen soru budur.