Şu fani dünyada, iman eden kullardan olduktan sonra, Allah için yapılan işlerde adam saymak olmaz. Allah var. Allah’ın ona iman eden kulu var. Ve yapılacak iş var. Bu üç varın ardından kişi sayısının anlamı yoktur. İman etmek yeri geldiğinde tek başına ümmet olmaktır. Tek başına Allah’ın huzuruna dikileceği güne iman etmenin en tabii sonuçlarından biri Allah için tek kalmayı sakıncalı bulmamak olsa gerekir. Elbette Allah’a iman edenler çok olmalı, bütün insanlar iman etsin diye uğraşılmalıdır ama bütün için ya da sayı kalabalığı için mücadele etmek tek kalmayı başarabilenlerin işidir.
İbrahim aleyhisselam tekti. Allah Teâlâ onu bize örnek gösterirken hassaten ‘tek başına bir ümmet’ olma özelliğini önümüze koymaktadır. Pek çok peygamberin kalabalıklar arasında yapayalnız kalışını Kur’an’ımız bize ibret olarak göstermektedir. Tarihimiz bu ‘tek başına bir ümmet kapasiteli’ adamlarla doludur. Onların bir kişilik, üç kişilik gayretleri nesilleri kuşatan hamlelere dönüştü sonunda. Sabrın derin anlamlarından biri de Allah’a iman ettikten sonra, Allah’tan başkasının bulunmamasından etkilenmemek ve melekleri yol arkadaşı edinip devam etmek değil midir? Camide saf tutup namaz kılarken ‘kaç kişi ile kılıyoruz bu namazı’ demek yerine ‘bu namaz bir cennettir, Allah’ın rızasıdır’ demek gerekiyor. Zira camideki safta kişi sayısından önce kabul edilme endişesi önde olur.
Hayatımızda neredeyse her şeyin bir istatistik üzerine kurulu olmasına aldanamayız. Dinimizi insanların kitlesel katılımına göre değerli görecek halimiz yoktur. Bütün insanlık aykırı bir çizgide bulunmuş olsa bile biz Allah’tan yana olmalı değil miyiz? Hakkın kalabalıkla veya azlıkla değişmesi söz konusu olabilir mi? Bunun için de biz ‘kaç kişiyiz?’ demeyiz de ‘nasılız, Allah’ın rızasına göre nerede duruyoruz?’ deriz-demeliyiz.
Para sayar gibi mü’min saymamız ihlasa ters düşer. Biz ihlaslı olursak Allah’ın bereketi bizim olacaktır. O zaman kazanacağız, azımız çok gibi olacak. O zaman bizden bir kişi Yesrib’e giderse onun eliyle İslam hayat bulacak. O zaman dilimizle konuştuklarımızdan önce gözlerimizden akan feyiz işe yarayacak. Yaşadığımız hayat her şeyi rakama bağlamış olabilir. ‘Kaç kişi’ sorusu her yerin bir numaralı sorusu olabilir. İnsanlar para sayar gibi para ile eşleştirdikleri insanları sayabilirler. Bu da hayatın gerçeği kabul edilebilir. Biz ise Kur’an ümmetiyiz. Şeriat’ı olan bir ümmetiz. Ölçüp biçerken sayılara takılmadan yürürüz. Yaptığımız iş için ‘Şeriat’a ne kadar uygundur?’ deriz. ‘Şeriat’ımıza kim uyuyor, kim uymuyor?’ deriz. Yapılan işte ihlas ararız. Allah’ı ve rızasını arayarak yol alanlar ölçümüz olur. Bu ölçüyü yitirdiğimiz zaman ise parayı ve para eden insanları sayanlarla aynı listede kalırız. Böyle bir sonuçla da dinimize hizmet etmemiz mümkün olmaz. ‘Kim yapacak?’ diye sorulduğunda herkesin birbirine havale ettiği dağınık görüntüler doldurur gözümüzü. Kalabalığa güvenmeye yelteniriz. Allah’tan beklenmesi gereken şeyleri kalabalıklardan bekler oluruz. Bir gencin Kur’an’a adanmasının kıymetini takdir edemeyiz. Bir hadis okuyup anlamak için yollara düşmenin ne anlama geleceğini tahmin bile edemeyiz. Bu bakışla tek başına bir kadın olarak Hadice binti Huveylid radıyallahu anhanın nelere muktedir olduğunu anlamak zor olur bizim için. Musab radıyallahu anhı kavrayamayız, onu örnek almaya cesaret bile edemeyiz.
Rakamlara ve kalabalıklara takılıp kalanların, bir baba-annenin teheccüt namazına kalkıp yavrusu için dua etmesinin ne demek olduğunu anlaması çetinleşir. Bir çocuğun bedelini ve ağırlığını tartamayız. Bir âlimin ne demek olduğunu, bir âlimin yoktan yere idam edilmesi ile nelerin kaybedilebileceğini, asırlara maliyetini bilmek de böylece imkânsızlar listesine girebilir.
Artık sayılardan yükselme ve ihlasla iş yapma düzeyine gelmeliyiz. Böyle bir hedefe mecburuz.