İlk 500 yıl
‘Çöle nûr indi.’
‘Çöle inen nûr’ ilk kırk yılda ‘asr-ı saadet’ini yaşadı. Çöl nûr doldu. Vahşet gizlendi. Şer ezildi. Kula kulluk gitti, kulları yaratana kulluk geldi. Geceler aydınlandı. İnsanlık yeşerdi. Ye’s gitti, umut geldi.
Ölü kalpler dirildi, ölümler bile hayat kazandırır oldu.
İlk kırk yıl çok güzeldi. O yıllarda ölüm bile güzeldi. Kurtlar koyunlarla kardeş oldu diyen olsa, ona bile inanılacaktı. Her şey güzeldi. Ölüm bile. İnsanlar ölüme koştular adeta. Rüya gibi bir kırk yıl geçti. Hüznü ile neşesi ile -bir defalığına olduğu besbelli- bir kırk yıl geçti. Saadetin yüzlerden okunduğu bir saadet çağı yaşanmıştı.
Siyasetin ve ilmin altın çağı oldu o kırk yıl.
Sonra siyaset çalkalandı.
O kırk yılın ardından nice kırk yıllar geldi geçti. Her gelen ‘kırk’ hasretleri artırdı. Dertler çoğaldı. Sorunlar büyüdü. İmtihan zorlaştı. Gözyaşları, nedametler arttı. Düşmanlar birleşip geldi, çevreyi kuşattı; içerden kendilerine destek veren eller buldular.
Her şey İslam için diyerek çıkılan yolda, dökülenler ve dökenler türedi. Menfaatler etrafında ordular, beylikler kuruldu. Debdebeli hayatlar, kubbeli saraylar, fenerli gece alayları ihdas edildi. Ne idik ne olduk diyenler azaldı. Sürünün sürüklendiği yöne doğru kitleler kaydı durdu. Haykırmak isteyenlerin sesi kısıldı.
Hıristiyan dünyası parça parça olduğu halde ‘haçlı orduları’ adı altında Ümmet-i Muhammed’e karşı tek vücut olurken, Tevhid dininin mensubu Müslümanlar emirliklere, eyaletlere bölündüler. Neredeyse her kasabanın müstakil bir sancağı oluştu. Parça parça olanlar birleşti, birleşik bütün parçalandı.
Tek iyi giden âlimlerin mükemmel çalışmalarıydı.
İlim insanlıkla buluştu. İlim ilim oldu.
Kütüphaneler doldurdular, medreseler o çöle inen nûrla aydınlandı. Yaşadıkları çağı aydınlattıkları gibi, kıyamete kadarki çağlara yetecek ışık bıraktılar. Yılmadılar, yorulmadılar. Şehir şehir, kıta kıta dolaşıp ilmi ihya ettiler. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin Sünnetini hiçbir peygambere nasib olmamış bir şekilde korudular, kayıt altına aldılar.
Coğrafya ise vahimdi. Emanetler tek tek elden gidiyordu.
Üçüncü büyük emanet Kudüs/Mescid-i Aksa gitmişti.
İlk kıble haçlıların elinde toplu bir Müslüman mezarlığına çevrilmişti. Kudüs gitti; ama Müslümanların başında, onların yönetimini üstlenenlerin endişesi yoktu. Herkes sarayında cariyeleri, hizmetçileri ile Kisra sarayını andırır bir hayat yaşıyordu.
Müslümanların sırtında ‘yönetici’ adı ile duranlar, birbirleri ile hesaplaşacakları zaman da, haçlılardan yardım istiyor, üç günlük saltanatları için, şehitlerin emaneti toprakları haçlılara bahşediyorlardı. Artık hasret koru alev olmuş, bağırları tutuşturuyordu. Bir avuç olan samimiler de bir önder gözlüyordu.
Nihayet altıncı asrın başında bugünkü Suriye topraklarında bir isim belirdi:
Nûreddin Zengi.
Nûreddin Zengi bir Selçuklu atabeyi idi. Kalbi Kudüs’ü kurtarma arzusu ile dolu, mücahid, müttaki, zahid bir liderdi. Ümmetin derdini kavramış, çözüm için çareler üretmeye çalışmıştı.
Nûreddin Zengi, asırlar süren sefaleti sona erdirmek için Suriye bölgesini, içerideki gafillerden ve hainlerden, dışarıdaki haçlı sürülerinden temizlemeye başladı. Bu esnada da emrinde çalışan elemanlarından Yusuf bin Eyyüb’ü Mısır’a gönderdi.
Onun planını uygulamak için Mısır’a gönderdiği bu elemanı, daha sonraları ‘dinin salaha ermesi’ anlamına gelen Salahaddin olarak adlandırılacak Salahaddin Eyyübi idi.
Yusuf bin Eyyüb idi.
Ümmet onu Salahaddin yaptı.
Salahaddin dönemi
Salahaddin 32 yaşında Mısır’da Fatimi halifesinin veziri oldu.
‘Fatimiler’ adı ile Mısır’da hüküm süren sülale, tam bir fitne kazanı idi. Haçlıların eli kolu gibi yaşıyorlardı.
Nûreddin Zengi’nin destek ve planlaması ile Salahaddin üç yılda Fatimi devletini sona erdirdi. Dine sokulan bidat ve fitneleri kaldırdı. Yeniden bir diriliş devri başladı. Umutlar yeşerdi. Toparlanma görüldü.
Çok geçmeden Nûreddin Zengi öldü. Salahaddin, Mısır’dan Suriye’ye gidip dağılmaya mahal vermeden Zengi’nin bıraktığı yerden planı devam ettirdi.
On yıl, içerideki gafleti ve hıyaneti gidermek için uğraştı.
Sözden anlayana sözle, anlamayana da kılıcıyla konuştu.
Beyliklere efeliklere bölünmüş parçaları birleştirdi. Müslümanlar dirlik içinde bir ümmet görüntüsü vermeye başladı. Mısır ve Suriye’nin hemen hemen tamamını bir bayrak altında topladı. İç sürtüşmeleri giderdikten sonra da haçlılarla on beş yıl süren savaş sürecini başlattı. Sonunda da Allah’ın lütfu ile doksan bir yıl haçlıların elinde esir kalan Küdüs’ü kurtardı. Gönüllere taht kurdu. Doğudan batıya bütün Müslümanların duasını aldı. Adı yeni doğan çocuklara, medreselere, köprülere, camilere verildi.
Sevildi sevildi.
Hulefa-i raşidin ve Ömer bin Abdülaziz’den sonra onun kadar sevilen bir emir gelmedi. Ölüm haberi, Müslümanların üzerine gök kubbe gibi düştü.
Hala seviliyor ve özleniyor.
Aranıyor.
Birleştirecek, büyütecek, cihad edecek, mal biriktirmeyecek, dimdik duracak müttaki bir Salahaddin aranıyor.
Yusuf bin Eyyüb’ü Salahaddin Eyyübî yapan özellikler
Ya da ümmetin hasretini çektiği vasıflar:
1- Salahaddin, Müslümanlar arasında cihadı ve şecaati ile şöhret buldu. Onun yiğitliği dillere destan oldu. Onun kılıcını tadan Avrupalılar arasında ise, adaleti ile meşhurdur. On binlercesini öldürdüğü bir milletin geri kalanları arasında hala ‘adil ve merhametli’ olarak anılabilmek, -peygamberler istisna tutulursa- insanoğluna nasip olmuş bir meziyet değildir. Düşmanına karşı en muktedir olduğu bir anda dahi, Allah korkusu ile hareket etmiş, bir gün Müslüman olabileceklerini ummuştur.
Kudüs’e kendisinden yaklaşık bir asır önce giren haçlılar, sokaklardan oluk oluk insan kanı akıtmışlardı. Ne çocuk ne yaşlı demişlerdi. Aynı şehre 91 yıl sonra giren
Salahaddin, onlar gibi değil, Mekke’lileri affeden Peygamberi gibi yapmıştı. Onların, kendi dindaşları Hıristiyanlardan görmediği merhameti Salahaddin’den görmeleri, Yusuf’u Salahaddin yapan özelliklerdendir.
Gözünü kan bürümüş haçlı sürülerine bile muamelesi bu olan Salahaddin’in kendi din kardeşlerine nasıl davrandığı her halükârda bellidir. O; mümin kardeşi olan yöneticilerden zulüm gören, katlanılmaz vergiler ödemek zorunda bırakılan, halkından kopuk yöneticilere alışmış Müslümanların ikinci Ömer’i oldu. Adaleti tescil edildi.
O her yetimle yetimlik acısı tadan, her dulla dul kalan, ağlayanla ağlayan, dertlilerin derdini sırtlanan müşfik bir sultandı. Çadırında yer içer, aylarca orada yaşardı.
İspanya’daki zulümden kaçanları bile bağrına bastı.
2- Salahaddin, yirmi beş yıla yakın bir zaman idarecilik yaptı. Ciğerleri hastalıklı bir bedenden gür bir sesin çıkmayacağını iyi bildi ve önce iç sıkıntıları bertaraf etmeye çalıştı. Ümmetin menfaatlerini kendi menfaatleri gibi kullananları ortadan kaldırdı. Ciğerlerini iyi nefes alır hale getirince de haçlı ordularının önüne çıktı. Nûreddin Zengi ile başlayan ve Salahaddin’le uygulanan bu plan sayesinde de Kudüs kurtarıldı. Haçlılar püskürtüldü.
Yoksa Salahaddin kendisinden öncekilerin yaptığı gibi, uzun soluk almaya uygun olmayan ciğerle yola çıksaydı, eldekileri de kaybedebilirdi. Senelerce planlanıp öyle yola koyuldu. Ümmetin enerjisini, hayallerini boşa harcamamaya özen gösterdi.
3- Salahaddin zahitti. Mala tenezzül etmedi. Allah’ın cennetinden başka bir şey aramadı, beklemedi. Öldüğünde sadece bir altın ve otuz yedi gümüş parası vardı. Bu miktar onun, yetimlere verilmesini emrettiği bir tek aylıktan bile azdı. Hükmettiği topraklarda dullar bile servet sahibi olmuştu. Ne oturduğu evi ne de bir bahçesi vardı. Bir atı ve bir kılıcı vardı. Onları da askerlerine hediye etmiş, kendisi Kudüs’ü fethettiği cihadında emanet ata binmişti. Kudüs’ü fethinden sonra ondan intikam almak için birleşip gelen Alman, Fransız ve İngiliz krallarını önünde diz çöktüren koca Sultan çulsuz, pulsuz olarak Rabbine gitti.
Mala tamah etmedi. Şöhret aramadı.
4- Salahaddin iyi yetişmiş bir hadis âlimiydi. Savaşta safları denetlerken iki saf arasında bile hadis mütalaası yapardı. İyi bir âlimdi, âlim düşkünüydü. İlmin her çeşidiyle ilgilenirdi. Arapça,
Farsça ve Türkçe biliyordu. Gittiği her yere ilim merkezleri kurdurdu. Kitap okumaya teşvik olsun diye sarayında kitapçı dükkânı açmıştı. Haftada iki gün orada ucuz fiyatla kitap sattırıyordu. Bir defasında babasının yanında Kur’an okuyan bir çocuğa rastladı. Çocuğun hafız olduğunu öğrenince babasına bir çiftlik hediye etti.
5- İbadette titizdi. Bütün namazlarını cemaatle kılardı. On dört gün hasta olarak yatmış ve vefat etmişti. O hastalığında bile -şuurunu kaybettiği son üç günü hariç- namazlarını cemaatle kılmayı ihmal etmedi. O büyük fetihler ve at üstünde geçen geceler bir vakit namaz kaçırmasına sebep olmadı.
Hatta sünnet namazları bile ihmal ettiğini kimse göremedi. Çadırlarda onunla kalanlar teheccüd namazını kaçırmadığına şahid oldular.
Gözü yaşlıydı. Kur’an dinlediği zaman ağlamaya başlardı.
Kâfirlerin saldırdığını duyduğu zaman secdeye kapanır ve şöyle dua ederdi:
“Rabbim!
Benim, senin dinin için yapabileceklerim tükendi. Sana sığınmaktan, ipine sarılmaktan, senin lütfuna bağlanmaktan başka çarem yoktur. Sen bana yetersin. Sen ne güzel vekilsin.”
6- İslam dininin Arapların değil, bütün insanların dini olduğu, kim ne kadar hizmet ederse o kadar şeref bulacağı bir kez daha onunla vurgulandı. Zira Nûreddin Zengi bir Türk’tü. Sala-haddin de Kürt’tü. İslam’ın ırkı olmadığı onlarda görüldü. Kimlerden olduğun değil, ne yaptığın önemli idi. Buhari, Müslim, Tirmizi gibi Salahaddin de Arab’ın Türk’ün herkesin gönlünde taht kurdu.
7- Salahaddin büyük adamdı. Büyüklüğü davasının büyüklüğünden, ufkunun derinliğinden geliyordu. Kudüs onun derin hayaliydi. Haçlıların esareti altındaki bir Kudüs’ü hazmedemiyordu.
Onunla uzun zaman beraber olan Bahauddin Şeddad diyor ki:
“Onun gözünde Kudüs, dağların çekebileceği ağırlıkta bir dava idi. O, çocuklarını yitirmiş bir ana gibiydi. Atı üstünde bir oraya bir buraya koşardı. İnsanları cihada teşvik eder, caddelere çıkıp yaşlar boşalan gözleriyle ‘Ah İslam ah!’ diyerek bağırırdı. Akka işgal edilince yemek yemedi. Doktorlarının anlattığına göre, Akka’nın işgal edildiğini öğrendiği cuma gününden pazar gününe ka-dar ağzına yiyecek koymadı. ‘Beytülmakdis, kafirlerin elinde iken nasıl yerim, nasıl uyuyabilirim?’ diyordu.”
8- Sabırlıydı. Mütevazı idi. Üç günlük hevesle çıkmamıştı yola. Onu gören gözleri heybetle, kalpleri de muhabbetle doldurdu. Müslümanların gözünde mücahid, düşmanlarının gözünde de âdil bir sultandı.
Akka’yı üç yıl kuşattı. O kuşatma esnasında oğlunun öldüğünü haber verdiler ilgilenmedi. Kış, soğuk aldırmadı. Çekirge sürüsü gibi gelen haçlılardan yılmadı, onu küfrün birleşik orduları önünde desteksiz, yardımsız bırakan Müslümanlara da küsmedi. Direndi ve kazandı. Kimse yoksa ben varım inancıyla sonuna kadar sabretti.
Kudüs’ün savunulması için surlarının tamir edilmesi gerektiğine karar verilince kendisi ve ailesini taş taşımaya adadı. İşçi gibi taş taşıdı. Emredip seyretmedi. Emretti, çalıştı.
9- Vefakârdı: Kudüs’ü fethetmek nasib olunca ilk Cuma namazının kılınabilmesi için mescidin temizlenmesini, namaza hazır hale getirilmesini emretti. Mescidin hutbe irad edilecek minberi yoktu. Salahaddin’i yetiştiren hocası, büyüğü Nûreddin Zengi, Kudüs’ün fethinden sonra gerekecek diye minber yaptırmıştı. Haleb’deki minberi tekerlekler üzerinde Kudüs’e getirtti. Cumaya yetiştirdi. Onun üzerinde fetihten sonraki ilk hutbeyi irad etti. Gözyaşının sel olduğu bir konuşma yaptı. Allah’a hamdetti. Bu minber yirminci yüz yılda Siyonistler tarafından Mescid-i Aksa yakılıncaya kadar kaldı.
10- Salahaddin sadece elinde kılıçla fetihten fetihe koşan bir komutan değildi. Müslümanların başında yönetici olarak bulunduğu dönem, kültüre ve bilime, imara en büyük yatırımların yapıldığı dönemlerden olmuştur.
Bu açıdan bakıldığında mükemmel bir devlet adamıydı. Sorumluluğunu yüklendiği insanların bütün ihtiyaçlarını gidermeyi amaçlıyordu.
11- Salahaddin’den anlaşıldı ki: Bu ümmet çekirdeğini kaybetmez. Hangi zor şartlarda bulunursa bulunsun, başında Rabbani bir lider bulduğunda üzerindeki külleri savurabilir, engelleri aşabilir. Yeter ki lider lider olsun.
Rabbani olsun.
12- Allah Teala hangi kuluna yardım ediyor, yardımın şartları nelerdir onu da Salahaddin’den anlama imkânı buluyoruz.
Âbid, zahid, müttaki, mücahid, sabır taşı olan yardım görüyor.
İbret İçin Bir Not
Salahaddin’den yedi asır sonra Suriye’yi işgal etmiş olan Fransızların komutanı Şam’da Salahaddin’in kabrine gidip‘İşte yine geldik Salahaddin!’diyerek mezarını tekmelemişti.