İnsanlığımızla alakalı, dinimizden kaynaklı işlerde haberlerden etkilendiğimiz kadarı ile sorumluluk alamayacağımız çok açık bir gerçektir. Üzerimize binen ekonomik yük veya siyasi ağırlığın da sorumluluk oranımızı belirleyemeyeceği kesin bir gerçektir. Sorumluluk payımızı, kalbimizin meylettiği siyasi kadrolara da havale edemeyiz.
İnsanız, insan olduğumuz için de Müslüman olarak yaşıyoruz. İnsan olmak ve Müslüman olarak yaşamak bizim temel karakterimiz olduğu sürece değer ölçümüz de insanlık ve Müslümanlık olmalıdır. İnsanlık ve insanlığın geleceği üzerindeki olumsuz uygulamalarda bizim endişemiz de sorumluluğumuz da insanlık kadar olmalıdır. Müslümanlık üzerindeki bütün olumsuz uygulamalar, bugün veya yarını umutsuz hâle getiren projeler, yangınlar ve seller üzerindeki endişelerimiz kesinlikle Müslümanlığımız kadar olmadıkça içini doldurduğumuz bir Müslümanlık iddiasında bulunamayız. Endişemiz Müslümanlığımızdan kaynaklanıyorsa, endişemizin oranını da Müslüman olma oranımız belirleyecektir. Endişemiz kadar da sorumluluğumuz vardır.
Belki satır arasına sıkıştırılması gereken bir gerçek daha vardır. İçimizi sızlatacak kadar ağır olsa da o gerçek şudur: Allah katındaki muhasebemiz esnasında bizim, sorumluluğumuza dair bölüme gelindiğinde herhâlde, ‘sorumluluk edebiyatı’ yapmış olmamız işimize yaramayacaktır. Ücretli ağlayıcılar gibi ümmetin hâlihazırı ve geleceği üzerine kâğıtta kalan, edebiyat metni niteliğini aşmayan sözlerimiz ve tavırlarımız hesap yerinde geçer akçe niteliğinde olmayacaktır.
Malımız, ilmimiz, yaşımız/görmüşlüğümüz, itibarımız, söz gücümüz, bedensel kapasitemiz, aile sahibi oluşumuz, sosyal kimliğimiz.. bütün bunlar Müslüman kimliğimizle oluşturduğumuz şahsiyetimiz olduğuna göre bir muhasebede hesabımız da bunlarla karşılaştırılarak oluşturulacaktır. Yaşadığımız dönemin Mekke dönemi olması ile Medine dönemi olması arasında fark olması gerekiyor. İtikatta kendimizi Mekke dönemine hasrederken pratikte fetihler sonrasının Müslümanlığını yaşar gibi nasıl olabiliriz?
Sorumluluk alanlarımızın kendi nefsimizle başladığı bir hakikattir. Önce kendimizden sorumluyuz şüphesiz. Sonra aile fertlerimiz gelecek. Sonra da bir nokta gibi ortasında durduğumuz ümmetimizin bizi kuşatan dairesi içinde kalan bu ümmetin bütünü ve ümmetin değerleri gelecektir. Bu ümmetin toprakları üzerinde oyun oynayan bir çocuktan semalarına yerleştirilmiş bir uyduya kadar her şeyde bir sorumluluğumuz bulunmaktadır. Bu sorumluluk oranı herkese göre farklı olabilir.
En başta iman iddiamızın kapasitesi nelerden ne kadar sorumlu olacağımızı belirleyecektir. Daha sonra da Allah Teâlâ’nın bize ihsan ettiği nimetler üzerinden hesap alanımızı belirleyeceğiz. İcra ettiğimiz meslek de bir etken olarak unutulmamalıdır. Bir cami imamının ve o camide namaz kılan Müslümanların caminin içindeki namazın kalitesinden muhasebe edilmeyeceklerini düşünemeyiz. Caminin içinde namazın kalitesini, caminin dışında da namaza gelmeyenlerin eksikliğini muhasebe ederiz. Bir camide namaz kılmak, o caminin müdavimi olarak bilinmek, o caminin müştemilatında olmayı paylaştığı insan sayısının artması ile ilgilenmek demektir. Cami imamlığı ile görevlendirilmiş bir Müslüman, birinci derecede bu sorumluluktan pay alıyorsa da sonraki derecelerde o camide namaz kılan herkes o sorumluluğu paylaşacak demektir. Camide cemaatle namaz kılmanın oluşturduğu sevabı paylaşırken hissettiklerimizi, o sevaplardan yıllar boyu mahrum kalanların endişesini taşımıyor olamayız.
Bir başka örnek de Ramazan ve iftar üzerinden ele alınabilir. Ramazanlarda fakirlerin hâlini anlamanın sonucu olarak iftar vermemiz, erzak ve sadaka dağıtmamız şüphesiz gereklidir ve mübarektir. Sorumluluk açısından ise bu yeterli değildir. Fakirlerin hâlini Ramazan iftarından anlıyor olmak eğer bir edebiyat niteliğini aşacaksa, Müslümanlar olarak o fakirlik hâlinin İslam ümmetinden tamamen uzaklaştırılması için projeler üretmek de sorumluluk alanımızda bulunmaktadır. Evet, her Müslüman’ın bu projeyi üretip pratiğe koymasını bekleyecek değiliz. Siyasetle ilgilenenleri başta olmak üzere Müslümanların sivil toplum önderleri, yazarları, âlimleri, mal sahipleri, söz sahipleri, Allah’ın nimetlerinden bir nimeti ile ihsan görmüşleri ne oranda sorumluluk taşıdıklarını düşünmek ve gereğini yapmak durumundadırlar.
Ümmet olmak budur. Bunun için ümmetiz.
Namazda saf tuttuğumuz gibi hayatı da saf düzeni ile yaşamaya mecburuz. Sorumluluğumuzu geçiştirecek sadakalara güvenemeyiz. Üreteceğimiz ve çare oluşturacak projeler yerine sadaka veremeyiz. Hiçbir iftar menüsü, katılımcısı ne kadar yoğun olursa olsun, ümmetin üzerinden açlığı ve sefaleti gideren bir proje kadar yaygın ve etkin sadaka olamaz. Gerçekler bunu söylüyor; yıllardan beri, belki de asırlardan beri bütün coğrafya bu sorumluluğu hatırlatıyor.
Biz büyük bir ümmetin bir kişilik ferdi olabiliriz. Payımız milyarda bir de olabilir. Rakam ne olursa olsun adımız, sorumlular listesindedir.